Türkiye, Kürt sorunu bağlamında hala çözüm noktasından çok uzak.
Ne bu alanda dünyadaki değişimleri doğru dürüst okuyanlar var, ne de sorunun içerde kazandığı yakıcı boyutu görüp bu konuda inisiyatif alanlar…
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, ön plandaki pozisyonundan geri adım atmayan silahlı kuvvetlerin, silahların penceresinden olaylara bakmaktan dolayı, Kürt sorunundaki ufku kırmak, bitirmek ve yok etmek söylemini aşamıyor.
Siyasal partilerin bu konudaki yaklaşımı ise esas olarak ordununki ile aynı. Zaman zaman konjonktürün dayatmasıyla kimi şeyler söyledikleri oldu, oluyor. Ama söylediklerini bir programa oturtmaktan ve sözlerinin arkasında duracak kararlılıktan oldukça uzak kalıyorlar.
PKK’nin silahlı eylemleri başladıktan sonraki süreçte, çözüm konusu ya da sorusu her gündeme geldiğinde, ‘önce şiddetin ve terörün bitmesi’ gereğinden söz ettiler. Bu sözleri duyan, PKK silahları bırakıp çatışmalara son verilince, çatışmalar nedeniyle bekletilen çözüm paketlerinin peş peşe devreye gireceğini sanırdı.
1999 yılında Öcalan yakalandığı ve çatışmalar durduğu halde, yani çözüm için şiddetin durması koşulunu ileri sürenlerin dediği olduğu halde, ne bir adım atıldı ne de söylenenlerin gereği yapıldı.
Statüko ile belli bir kavgadan gelmiş AKP’nin bu konuda geçmiştekilerden farklı bir politika izleyeceği beklentisi uzun bir süre varlığını korudu, hala da koruyanlar var.
2005 yılında, ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ dediğinde ve bunu söylemek için özel olarak Diyarbakır’a sefer düzenlediğinde, Başbakana Erdoğan’a inanıp umutlanmamak için hiçbir neden yoktu. Zira, hiçbir ülkenin başbakanı laf olsun diye bir şey söylemez, söylerse de arkasında dururdu. Siyasi bir lidere, kendisine ve topluma saygısı olan bir başbakana yakışan buydu.
22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkan aynı Başbakanın bundan iki ay önce Diyarbakır’da ne söylediğini herkes duydu.
Yeni anayasa tartışmaları başlayınca, bundan bir şey çıkar, Kürt sorununun çözümü için bir kapı aralanır diye düşünülürken, ortada ne anayasa kaldı ne de ona ilişkin tartışmalar. Kapalı kapılar arkasında hazırlandığı iddia edilen bir çalışmanın ise akıbetini bilen yok.
Türkiye’de Kürt sorununa ilgi duyan ve bu konuda sorumluluk üstlenmek isteyen bir aydın grubu var. Zaman zaman açıklamalar yapıyor, girişimlerde bulunuyor, inisiyatifler alıyorlar.
Ama ne yazık ki onların da toplumu ve siyaseti etkileme güçleri zayıf. Türk kesiminin Kürt sorununa ilişkin ortalama seviyesinin çekim gücünden kurtulamıyor, kalıcı ve istikrarlı bir profil çözemiyorlar.
İşin esas ilginç yanı şu ki, Kürt sorununun çözümü için şiddet ve silahlı çatışma ortamının son bulması gereğinden söz eden hem siyasiler hem de sivil girişim ve aydınlar, ancak şiddet tırmandığı ve ciddi rahatsızlıklara yol açtığı zaman, Kürt sorununu hatırlıyor ve çözüm konusunu tartışmaya başlıyorlar.
2007 yılının Ekim ayından itibaren tekrar tırmanan çatışmalar ve 22 Ocak 2008 tarihinde Türkiye’nin karadan gerçekleştirip sonlandırdığı kısa süreli sınır ötesi hareketle birlikte Kürt sorunu etrafındaki tartışmaların yeniden ısındığı görülüyor.
Basında ve kamuoyunun belirli çevrelerinde Kürt sorununun çözüm olanakları tartışılıyor, Kürt çevrelerinin ne düşündüğü sorulup konuşuluyor. Bütün bunlar olumlu gelişmeler elbet.
Ancak sorun şu, gerçekten konuşuyor muyuz ya da ne kadar özgürce konuşabiliyoruz? Ne kadar genişlikte ve ne kadar katılımla tartışmayı sürdürüyoruz?
Kürt sorununda bırakalım çözümü, öncelikle çözümü konuşacak elverişli bir ortam gereklidir.301 gibi baskı yasalarının, mevcut anayasanın yasakçı kılıcının tehdidi altında kim neyi konuşacak? Ya da bu tartışmaya kimler katılacak, bir avuç elit kesim mi, yoksa toplumun tümüne açık bir tartışma mı yaşayacak?
Öncelikle, tartışmak ve konuşmak için doğru dürüst bir ortam şart. Öyle ki, kim ne düşünüyorsa, düşündüğünü eğip bükmeden, hiçbir baskı altında kalmadan serbestçe dile getirebilsin.
İkinci nokta şu, tartışmayı bir ihtiyaç haline getirmek. Kürt sorununu tartışmanın Türk toplumunda ne denli ihtiyaç haline getirildiği şüpheli. Bir toplum,bir tartışmaya ihtiyaç duyarsa ona katılır ve karşıdakini dört kulağı ile dinler. Birileri sizi dinlemeyecek ve anlamak için çaba sarf etmeyecekse, konuşmuş olmanızın bir değeri olabilir mi?
Üçüncüsü, Kürt sorununda bir çözüme varılacaksa, bu çözüm, tarafların katılımıyla gerçekleşecek demokratik bir tartışma sonunda ortaya çıkacak. Değilse, tek tek kişi ya da çevrelerin söyledikleri olsa olsa kendi önerileri olarak değer taşır.
Üzerinde tartışılmayan, toplumsal bir mutabakat sağlanmayan ve dolayısıyla gerçekleşme şansı olmayan bir çözüm önerisi, teorik olarak ne denli kulağa hoş gelirse gelsin, öneri olmayı aşamaz.
Kürt sorununda bir çözüme ulaşılacaksa bu noktanın gözden kaçırılmamasında sayısız yarar var.
Bu alandaki mevcut arayışların –hiçbir yararı olmaz demiyorum, ama- bizi bir yere götürmeyeceğini bilmek için de kâhin olmak gerekmiyor.